İlk nebi






Sevgiliye babalık edecek ilk insan yaratılınca Allah c.c. onun alnına Muhammedi nuru koydu. Melekler bu nuru görünce hürmet ve muhabbetle etrafını sardılar.
Nasıl oluyordu da, topraktan yaratılmış, yani maddi-nefsani varlıkların cinsinden olan bir varlık alemlerin uğruna yaratıldığı nuru üzerinde taşıyabiliyordu?

Allah onlara; cismani varlığına bakıp da aldanmamaları için, Hz. Adem’i tanıttı; “haydi, isimleri haber ver onlara!”
Hz. Adem; kendisine bahşedilmiş hidayet ve ilim nuruyla Allah ın Esma ul Hüsna’sını ve onların tezahürüyle yaratılmış eşyanın isimlerini söyledi.
Böylece insanın; alemin aklı ve dili olacağını; Allah cc., bütün isimleriyle bilip, en şuurlu bir şekilde zikredeceğini gösterdi.
Melekler Adem a.s. önünde secdeye kapanmış, ona büyük bir sevgi ve saygı sunuyorlar, adeta yaratıcının takdirine aracılık ediyorlardı.
Acaba, bu peşin sevginin kıymeti bilinecek miydi?
Bunu secde etmeyen tek kişi sınayacaktı. Sınayacaktı ki, sevgi farkına varılan bir şey haline gelsin. Farkına varılsın ki, tazelensin; tazelensin ki, tatlansın. Tekdüze bir duygu değil, bir heyecan, bir kazanım, tadı çıkarılan esaslı bir armağan olsun. 
Yeryüzü bunun için yaratılmıştı daha en baştan. Sevgi; dairesel bir hareketle yaşansın diye. Önce birlik-özdeşlik, sonra ayrılık-kendini bulma, sonra yine kavuşma-birleşme. Tasavvufta buna “seyri billah” denir. Allah ’tan başlayan yolculuk yine onda sona erecektir. 
Sevgi öylesine boldu ki, kıymeti bilinmedi önce, kolay harcandı. Hep öyle olmaz mı; düşmanlıkla, duyarsızlıkla çevrilmeden, hasrete düşmeden bizi sevenin kıymetini anlayabilir miyiz?
Ancak yolun gurbete düşünce bilirsin, yakınlığın kıymetini. Bir an önce kavuşmak istersin sılaya. Mevlana’nın neyi gibi inlersin, “ah vatanım, ah sevenlerim, dostlarım.”diye.
Dünya gurbeti de öyleydi insanoğlu için. İçinde kaybetmişliğin acısıyla yeniden kazanmanın umudu kaynaşıyordu. Ama göklerin sağır perdesi, yerin acımasız mahlukatı, içindeki huzursuz nefsi bunaltıyor, bu kıskaç ruhunu sıktıkça sıkıyordu. Bir açıklama yok muydu? Bütün bunları neden yaşıyordu?
Açıklamalar dört bir yandan yağıyordu aslında. Bedeni ona korku ve ihtiyaçları olan bir organizma olduğunu söylüyorken, aklı da, bin bir fikir, felsefe, inanç artığını önüne seriyordu. Herkes bir yana çekerken, o aradığını hiç birinde bulamıyordu.
Hep bir şeyi arıyordu;  içinde bir yerlerde hatırasını hissettiği bir şeyi. Hani önünde tüm meleklerin secde ettiği anda iliklerine kadar içtiği sevgiyi... Ve nihayet insanoğluna beklediği müjdeyi Onlar getirdiler.
Bütün peygamberler; gurbette yolunu kaybedip, şaşırıp kalan insanoğlunu; sılaya ve sevdiklerine kavuşturan rehberlerdir. Yollarda ziyan olup gitmesinler diye, en kolay yolu; muhabbet ve teslimiyet yolunu gösterirler; hem en önde gidip; kendilerini izleyenlere rehber olurlar, hem şefaatlariyle, yoldan çıkanların eline yapışır; bir kurtuluş köprüsü olurlar.
Peygamber efendimiz de peygamberlerin hem ilki, hem sonuncusu olarak; kendisinden önce gelen peygamberleri destekleyip, onların dejenere olmuş öğretilerini eski saf ve sahih haline döndürmek üzere geldi.
Peygamberimiz bir hadîste “Âdem rûh ile ce­sed ara­sın­da iken ben nebî idim” buyurmuştur. (İbn-i Arabî, el-Fütühâtü’l-Mekkiyye, Kâhire 1972-1992, II, 171; IV, 66-67)
İbn-i Arabî Hazretleri, Fusûsu’l-Hikem isimli eserinde şöyle der: Rasûlullâh –s.a.v. - insan nev’i içinde varlığın en mükemmelidir. Bunun içindir ki nübüvvet O’nunla başladı, O’nunla sona erdi. (İbn-i Arabî, Fusûsu’l-hikem, İstanbul 1992, IV, 319)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder