Peygamber
efendimiz, Hz. İsa’ nın doğumu sayılan milattan 573 yıl sonra dünyayı şereflendirdi.
Hz. İsa; hz.
İbrahimin büyük oğlu hz. İshak ın soyundan gelen, İsrail oğullarının
peygamberlerindendir. Hz. İshak’ ın oğlu Hz. Yakup’un soyundan bir çok
peygamber gelmiş; insanlara Allah’ın rıza ve sevgisine ulaştıracak yolu
göstermişti.
Bunlardan
Hz. Yusuf; kardeşlerini Mısır’a getirmiş; Hz. Musa ise zamanla hor görülür hale
geldikleri bu ülkeden çıkarmış; aynı zamanda ilk kez hukuka bağlı bir toplum
haline gelmelerine öncülük etmişti.
Hz. Davut ve
Hz. Süleyman gibi peygamberler aynı zamanda komutan ve idareci olarak; tevhit
dinine bağlı bir ülke kurdular. Böylece tevhit medeniyeti hayata geçirilip;
insanlığa örnek gösterildi. Bu medeniyet, günümüz dünyasının inşasında çok
büyük öneme sahipti, çünkü insanlık mitolojik şuurdan ilk kez tevhit inancına
dayalı bir medeniyet anlayışı sayesinde çıkıyordu.
Allah ın
peygamberleri bu medeniyete yol göstermeye devam etti. Ancak ülkenin idaresinde
ve dine samimiyetle bağlılıkta zayıflama başlamıştı. Zekeriya ve Yahya
peygamberler içten bağlılıkla dine yönelme yolunda önderlik etmeye çalıştılar.
Ancak şehit edildiler. Zaten peygamberlerin bir çoğuna tuhaf hikayeler uydurup
iftiralar ediyorlar; hatta Allah cc. için dahi çirkin ifadeler kullanıyorlardı.
Saygı ve içten sevgilerini yitirmişlerdi.
Dini; sırf
tabi olunan bir geleneğe, ibadetleri ise özsüz bir şekle indirgeyen İsrail
oğulları; bunları dahi; imtiyaz sağlayacak şekilde ve işlerine geldikleri gibi
kullanmaya başlamışlardı. Ayrıca bütün insanları Allah’ ın yoluna çağıracakları
yerde kavmiyetçilik davasına düşmüşlerdi. Çünkü din onlar için, milli yükselişi
sağlayan bir kanundan ibaret olmuş, ahiret inancı ise iyice zayıflamıştı.
Bu sırada
Hz. Meryem’den mucizevi bir şekilde babasız olarak dünyaya gelen Hz. İsa da kavmini uyardı. Ancak
israiloğulları ona da iman etmedi, hatta onu işgalci Roma idaresine şikayet
ettiler. Oysa Hz. İsa; Hz. Musa’nın bildirdiği hükümlere bağlıydı sadece hükümlerinin
özünden uzaklaşıp, gayri insani bir şekilde katılaşmasına karşı uyarılar ve
değişiklikler içeren incili tebliğ etmişti.
Musevilerin
az bir kısmı Hz. İsa’ ya iman ettiler. Onlar da inançlarını ancak gizli saklı
yaşayıp anlatabiliyorlardı. Dağlardaki manastırlarda, yer altındaki mabetlerde
yaşanan ve yayılan bu dinin aslı pek muhafaza edilemedi. Söylencelerin
gölgesinde kalan asıl hükümler unutuldu, bir çok kilise kuruldu ve farklı
yollar ortaya çıktı.
Katolik Batı
Roma İmparatorluğu, siyasi, dini ahlaki ve iktisadi birtakım buhranlar yüzünden
yıkılmıştı. Ortodoks Bizans İmparatorluğu ise, din kavgaları, siyasi,
karışıklık ve bitmez tükenmez isyanlarla tedrici bu surette çöküyordu.
Bizans adını
alan Doğu Roma ile, Bizans'ın müthiş düşmanı bulunan İran, korkunç bir uçuruma
doğru sürükleniyorlardı. Medeni dünyanın bu iki devleti görünüşte parlaktı.
Fakat içinden çürümüş, ruhunu ve karakterini kaybetmiş haldeydi.
Peygamberimizin
doğduğu sıralarda Arabistan; dünyanın geri kalanının yaşamakta olduğu karmaşanın
da etkisiyle huzursuz bir haldeydi. O tarihlerde Arabistan'ın ilişki halinde
bulunduğu halklar şunlardı; İranlı, Bizans, Yahudiler, Asurlular, Babilliler,
Mısırlılar ve Habeşliler.
Araplar
ticaret için bu milletlerle alışveriş yapıyordu. Umumi panayırlar kuruluyor,
her taraftan bu panayırlara akın akın ahali gidiyordu. Bu panayırlar; bir
bakıma fuar değeri de taşıyan, aynı zamanda olimpiyat benzeri; çok uluslu spor
karşılaşmalarının yapıldığı; şiirlerin okunduğu, her çeşit eserin sergilendiği;
her kabile ve milletin gücünü ve üstünlüğünü ortaya koymaya çalıştığı gösteriş
meydanlarıydı.
Arablar,
komşularıyla temasta bulundukları gibi, panayırlara gelen çeşitli kavimlerle
de münasebete girişirler, bütün milletlerin itikadları, ahlakı, adetleri, ananeleri,
hurafeleri bu suretle Arabistan'a girerdi.
Yahudiler,
uğradıkları zulümlere dayanamayarak Filistin'den, Arabistan'ın bazı
bölgelerine göç etmişler, Hıristiyanlık da Arab şehirlerinin bazılarına
sokulabilmişti. Mecusilik denilen ateşperestlik ise, İran'a komşu Arab
kabileleri arasında yayılmıştı. Kabe ve çevresi uzun zaman haniflik denilen
tevhit dinine bağlı kaldıysa da son asırlarda puta tapıcılık başlamıştı.
Arabistan'a
ilk defa, puta tapıcılığı sokan, Amr ibni Lühey oldu. Amr, bir Suriye seyahatinden dönüşünde, uğradığı şehrin
birinde gördüğü putlardan birkaçını almış, Mekke'ye getirerek kabe'nin etrafına
dizmişti. Bundan sonra Kabe’yi ziyarete gelen kabilelerin her biri kendilerini
temsil eden birer sembol koymaya başladılar.
Put perest kültürde
elbette Allah inancı da devam ediyordu; ama bir yerde Allah ı tezyif
edercesine, ona kızlar yakıştırılmıştı. Güya onun melekleri de olan bu kızlar,
Allah ın mülkünde hisse sahibi gibi tasavvur ediliyor, ya da aracılık etmeleri
için onlara sunumlar yapılıyordu. Elbette ahiret inancı belirsizleşmiş, inanç,
sırf dünyevi menfaat için adakta bulunma seviyesine indirgenmişti. Hazreti
İbrahim devrinden kalma hanifler ise iyice azalmıştı.
İnanç bir
insanın değerlerini belirler. Merhametli, adil, iyilikleri mükafatlandıran,
kötülükleri cezalandıran, hikmetle yol gösteren bir Allah a iman edenler;
iyilik doğruluk gibi manevi değerleri önemser. Ancak bu inancı yitirmiş olanlar
dünyevi güç ve lezzetler uğruna rezalet ve çirkinlikleri yapmaktan çekinmez
olur. Hatta gittikçe kötülükle birer değer haline gelir.
İşte o
sıralar dünyanın hali tam da böyleydi. En ufak meseleler yüzünden savaşa
tutuşmak, kan davası gütmek, fırsat buldukça kabile ve kervanları yağmalayıp,
esirlerini köleleştirmek kat kat faizle, hileli alışverişlerle halkı sömürmek
gayet normal olmuştu. Bunları çirkin ve haksız görüp kaçınmak bir yana;
kahramanlık ve beceriklilik sayıp övünülür olmuştu.
Artık,
yeryüzünü karanlıklar kaplamış, insanların ruhları da, itikadları da,
hareketleri de büsbütün bozulmuştu. Bütün dünyayı, zulüm, istibdat, cehalet ve
sefalet inletiyordu. Yalnız Araplar değil, insanlık alemi de maddi ve ruhi
ıztıraplar içinde kıvranıyor, kurtuluş çareleri arıyordu. Fesadın bu derece
umumileştiği, dünya tarihinde görülmemişti. İnsanlar, fazilet adına her
kötülüğü yapmaktan çekinmiyorlardı.
Elbette
umuma hakim olan bu gidişat, toplumların aklı erenlerini endişeye sevk
ediyordu. Hemen bütün dünyada ilim sahipleri, ahir zaman peygamberinin gelip bu
dünyaya bir kurtuluş getirmesini bekliyorlardı. Özellikle Hz. İsanın tebliğ
ettiği saf dine inanan Hıristiyanlar İncil’de müjdelenen son peygamberin
zuhurunun yaklaştığını umuyorlardı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder