Peygamberimizin ailesi



Dünyanın her yerinde olduğu gibi, arabistanda da manevi değerlere ve ahiret gününe inanç zayıflamış; Allah inancı da türlü garip şekillere ve hurafelere bürünmüştü. Bununla birlikte aileden görgü ve kulaktan dolma bilgilerle de olsa erdemli olmaya önem veren insanlar vardı elbette. Peygamber efendimizin dedesi Abdulmuttalip de onlardan biriydi.

Abdulmuttalip; Kabe’nin çevresinde yerleşmiş ve ziyaret edenlere hizmet eden Kureyş kabilesinin Haşim oğulları kolundandı. Ka'be'nin hizmetleri çoktu.
Dâru’n-Nedve’nin başkanlığı, savaş sancağı muhafızlığı (kıyâde), Ka’be’nin hizmetleri (sidâne, hicâbe), hacılara su ikrâm etme (sikâye) ve vergilerden elde edilen gelirden hacılara yemek verme (ridâne) gibi…Bu vazîfeler genel teamüle göre babadan oğula geçerdi. (İbn-i Hişâm, I, 135-142)
Bu vazifeleri, Kureyş’­in bütün kolları, kendi aralarında paylaşmışlardı. Kureyş’in on veya oniki kolundan her birinin, Resul-i Ekrem sülalesiyle uzaktan veya yakından ilgisi vardı.
Kureyş’in büyük kollarından biri Emeviler, diğer kolu olan Haşimilerden daha çok, daha siyasi ve daha zengindi. Fakat, ahlak ve fazilet bakımından da Haşimiler, Emevilere üstün bir durumda bulunuyorlardı.
O zaman Mekke şehri, aristokrat bir cumhuriyet şekli­ne benziyordu. Kendine mahsus bir meşveret meclisi vardı. Bu meclis, Darunnedve (nedve: şura evi) de toplanırdı. Bu­raya kırk yaşından aşağı gençler giremezdi.
Şehrin kralı yoktu; işler mecliste görülür, uygun görülen şekilde görev dağılımı yapılırdı. Fazilet ve adaletiyle güven toplayan kişi Kabe’nin muhafızlığına seçilirdi. Peygamberimizin doğduğu sıralarda Kabe’nin muhafızı dedesi Abdülmuttalib idi. Abdulmuttalip, gördüğü bir rüya üzerine; kaybolan zemzem kuyusunu bulup ortaya çıkarmıştı. Abdülmuttalib kazma işine başladığında Kureyşliler: “Mescidimizin yanını kazdırmayız.” diyerek ona mânî oldular. Bir müddet sonra Kureyşliler, Abdülmuttalib’de gördükleri bâzı hârikulâde hâl ve işâretler sebebiyle yumuşadılar ve ona müsâade ettiler. Abdülmuttalib kuyuyu kazdı ve Zemzem’i meydana çıkardı.
Abdülmuttalib'in ölümünden sonra, Mekke hakimliği diğer bir Kureyş kolu olan Emeviler’in eline geçmiş; ancak Kabe’yi ziyarete gelenlere su dağıtma görevi, peygamberimizin amcası Abbas’ ta kalmıştı.  
Peygamberimiz, Abdulmuttalib’in onuncu oğlu Abdullâh ile Âmine’den doğdu.
Peygamberimizin babası Abdullâh da, hem kendi kardeşlerinin hem de diğer bütün Kureyş gençlerinin fizîken ve ahlâken en güzeli idi. Akıl, zekâ ve kemâl îtibâriyle de yine onların en üstünü idi. (Halebî, I, 51-62)
Bu sebeple Kureyş’in bütün genç kızları onunla evlenmeye tâliptiler. Hatta Varaka bin Nevfel’in kız kardeşi Rukiyye, Abdullâh’ın alnındaki nûru görünce bunun peygamberlik nûru olduğunu anlamıştı. Beklenen son peygamberin annesi olma şerefine nâil olmak isteyerek Hazret-i Abdullâh’a, kendisiyle evlenmesine karşılık yüz deve teklîf etmişti. (İbn-i Hişâm, I, 168-169)
Abdülmuttalib ise oğluna Benî Zühre kabîlesinin efendisi Vehb bin Abdi Menâf’ın kızı Âmine’yi istedi. Kureyş’in neseb ve şerefçe en üstün kızı olan Âmine buna razı olunca nikâhları kıyıldı. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ana rahmine düşünce, Abdullah’ın alnındaki nûr Hazret-i Âmine’ye geçti. (İbn-i Hişâm, I, 170)
Peygamber Efendimiz’in babası Hazret-i Abdullah, izdivâcından kısa bir müddet sonra Kureyş’in bir ticâret kervanıyla Şam’a gitmişti. Ticâretini bitirip dönerken yolda hastalandı. Medîne’ye gelince arkadaşlarına: “Ben burada dayılarım Neccâr oğullarının yanında biraz kalayım” dedi ve bir ay orada kaldı. Dayılarının bütün gayretine rağmen iyileşemedi ve orada vefât etti. Medîne’ye defnedildi. Hazret-i Abdullâh vefât ettiği zaman 25 yaşında idi. (İbn-i Sa’d, I, 99
Hazret-i Âmine, kocası Hazret-i Abdullâh’ın vefât haberini alınca üzüntüsünden günlerce göz yaşı dökmüş, onun gibi birinin bulunamayacağını, herkes tarafından çok sevildiğini, çok cömert ve merhametli olduğunu ifâde eden mersiyeler söylemiştir.
Peygamberimizin soyu, kötü adetlerin yayıldığı zamanlarda dahi erdemli yaşayan, temiz ailelerden gelir. Bu sebeple, O’nun bir ism-i şerîfi de Mustafâ olmuştur. Bu isim, seçilip süzülmüş demektir. Onun soyu Hz. Adem’e kadar seçilmiş ailelerle ulaşır. Peygamberimiz bu gerçeği bizzat kendisi haber vermiştir.
“Ben, câhiliye devrinin kötülüklerinden hiçbir şey bulaşmaksızın, ana ve babamdan meydana geldim. Ben, tâ Âdem’den babama ve anneme gelinceye kadar hep nikâh mahsûlü olarak meydana geldim, asla zînâdan meydana gelmedim!” (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, II, 260)

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder